Giriş
Günden güne daha gergin ve karmaşık hale gelen uluslararası ticaret farklı bakış açıları tarafından açıklanabilir. Liberalizm, merkantilizm ve yapısalcı yaklaşımların kendilerine has ilkeleriyle belirlenen ticaret politikaları değişen konjonktüre göre devletler tarafından uygulamaya konulmaktadır. Buradan, devletlerin dönem dönem yalnızca bir yaklaşıma uygun olacak şekilde ticaret politikaları oluşturduğu anlaşılmamalıdır.
Nitekim, tüm dünyada liberal ticaret politikalarının savunuculuğunu yapan bir devlet, ulusal çıkarlarına daha iyi hizmet edeceğini düşündüğü merkantilist bir ticaret politikasını uygulamaya koyabilir. Tarihte ve günümüzde birçok ülke farklı yaklaşımları aynı anda belirli ölçülerde benimsemiştir. Çıkarların kesiştiği yerlerde çatışmalar hatta savaşlar meydana gelir. Uluslararası ticarette de devletlerin çıkarları çatışmaya sebep olabilmektedir. Bugün ticari çatışmalar ve ticari savaşlar apaçık yaşanmaktadır. Fakat bu çatışmaların yalnızca ekonomik çıkarların kesişmesi sonucunda ortaya çıktığını düşünmek yanlış olur. Devletler uluslararası ticaret adı altında yürüttükleri faaliyetlerde ekonomik çıkarları dışında siyasi ya da güvenlik çıkarlarını da gözetme peşindedirler. Bu çalışmada liberalizm, merkantilizm ve yapısalcı bakış açılarının uluslararası ticaret ve çatışmalara yaklaşımları incelenecektir.
Ekonomik Liberalizm
Fizyokratların sözünü benimsemiş, “”Laissez faire, laissez passer” ciler olarak gördüğümüz ekonomik liberal düşüncenin Adam Smith başta olmak üzere David Ricardo ve John Stuart Mill tarafından temsil edildiği daha sonra da farklı isimler tarafından geliştirildiği bilinmektedir. Ekonomik liberal anlayışın temel ilkelerini ve bu ilkelerin uluslararası ticaret ve çatışmalara yaklaşımlarını incelemeye başlamadan önce “Mais pourquoi?” -Ama neden? sorusunu sormamız gerekir. Neden bırakalım yapsınlar? Ekonomik liberaller devletlerin piyasalara müdahale etmemesi gerektiğini, böylece devletlerin arzuladıkları zenginliğe yani güç ve ulusal güvenliğe ulaşacaklarını iddia etmektedirler. Piyasalar, Adam Smith’in deyimiyle “görünmez bir el” tarafından yönetilecek, böylece rasyonel bireylerin tercihleri ortak çıkara hizmet edecektir. Kapitalizmin de gelişmesine hizmet edecek bu anlayış belirli ilkeler doğrultusunda açıklanmaktadır. Özel mülkiyet hakkı, piyasalar tarafından kontrol edilen ekonomik faaliyetler, rekabetin piyasaları düzenlemedeki rolü ve girişimcilerin özgürlüğü gibi ilkeler ekonomik liberalizmin ya da kapitalizmin genel ilkeleri niteliğindedir (Balaam ve Dillman, 2018).
Uluslararası ticaretin ekonomik liberal yaklaşımlar tarafından nasıl değerlendirildiğini anlamak için İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşturulan kurumları incelemek yerinde olacaktır. Kapitalist dünyanın savaş sonrası uluslararası ekonomi politik yapısını belirlemek için 1944 yılında Bretton Woods Konferansı gerçekleştirilmiştir. İki savaş arası dönemde devletlerce benimsenen korumacılık politikalarını ortadan kaldırmak ve savaştan güçsüz bir şekilde çıkan devletlerin ekonomilerini iyileştirmek için toplanan Konferans, ekonomik liberal görüşlere dayalı bir ekonomik düzen yaratmayı hedeflemiştir (Balaam ve Dillman, 2018). Yine Bretton Woods’ta alınan kararla Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası kurulmuş böylece yeni liberal ekonomik düzenin sürdürülmesinde gerekli olan başat kurumlar meydana getirilmiştir. Uluslararası ticaretin liberalleşmesi için atılan bir sonraki adım 1948 yılında kurulacak olan Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) olacaktır.
Devletler, GATT sayesinde turlar olarak adlandırılan çok taraflı görüşmeler gerçekleştirmişlerdir. “Karşılıklılık” ve “ayrım gözetmeme” ilkeleri ile hareket eden GATT, üye devletlerin mütekabil olarak tavizler vermesini ve tek taraflı olarak belirledikleri ticaret engellerini kaldırmaya amaçlıyordu. Ticaret savaşlarının- özellikle iki devlet arasında- önüne geçebilmek için ise ayrım gözetmeme ve En Çok Gözetilen Ulus (Most Favoured Nation) ilkeleri uygulanacaktı (Balaam ve Dillman, 2018). Bu ilkelere göre devletler bir ülkeden yapacağı ithalatı, başka bir ülkeden yapacağı ithalata göre daha öncelikli ya da ayrıcalıklı olarak gerçekleştiremeyecekti. Ticaret engellerinin kaldırılmasında etkili olan GATT, kurulduğu ilk yıllarda uluslararası ticaret hacminin önemli ölçüde büyümesini sağlamıştır. Bazı ekonomistlerin başarısız olarak nitelendirdiği, GATT tarafından 1973-1979 tarihleri arasında gerçekleştirilen Tokyo Turu, 1973 Petrol Krizi’ne rağmen endüstriyel ürünlere konulan gümrük tarifelerini %9 oranında azaltılmasını sağlamıştır. Tokyo Turu’nun diğer gündemi ise serbest uluslararası ticarete çok fazla zarar verdiğine inanılan tarife dışı engeller (non-tariff barriers) olmuştur. Bu yıllarda gelişmiş ülkelerin gayri safi milli hasılaları içerisindeki ticaret payının gittikçe artıyor olması devletler arası ticari çatışmalara sebep olmuştur.
Global köye dönüşen dünyada devletlerin birbirine olan bağımlılığı 1980’lere gelindiğinde ise iyice artmıştır. GATT’ın Dünya Ticaret Örgütü’ne dönüşmesini sağlayan Uruguay Turu 1993 yılında tamamlanmıştır. Ekonomik liberallere göre başarılı bir tur olarak değerlendirilen Uruguay Turu sonucunda ithalat kotaları kaldırılmış ve ihraç mallarının fiyatlarının düşürülmesine yarayan ihracat sübvansiyonları denetim altına alınmıştır. Reagan yönetiminin de arzuladığı gibi büyüyen ticaret hacmi devletlerin ekonomilerindeki karşılıklı bağımlılık derecesini artırmıştır. Doğrusu büyümeyle gelen bağımlılıkta doğrudan yabancı yatırımların etkisi oldukça fazla olmuştur. Koruma önlemlerinden biri olan damping ve devlet sübvansiyonlarına yine bu turda sınırlandırmalar getirilmiş ve belirli kurallara tabi tutulmuştur. Uruguay Turu koruma önlemleri, ticaretle alakalı entelektüel mülkiyet hakları, ticaretin önündeki teknik engeller, tekstil ve giyim gibi bir çok konuda 60 kadar antlaşmanın ortaya çıkarılmasını sağlamıştır. Uruguay Turu Dünya Ticaret Örgütü’nün ortaya çıkarılmasıyla ve küresel ticaret kurallarının ve düzenlemelerinin kurumsallaştırılmasıyla da öne çıkmıştır (Balaam ve Dillman, 2018).
146 üye ile kurulan Dünya Ticaret Örgütü’ne bugün 160 ülkenin üyeliği bulunmaktadır. Türkiye Uruguay turu sonunda Marakeş’te DTÖ’yü kuran antlaşmayı imzalamıştır. Bu kapsamda çıkartılan Bakanlar Kurulu Kararı ile 26 Mart 1995 tarihinden itibaren DTÖ’ye kurucu üye olmuştur (T.C. Dışişleri Bakanlığı, 2020). Üyelerin oy birliğine dayanan bir karar alma sürecini izleyen Dünya Ticaret Örgütü, ticari anlaşmazlık konularında karar veren bir Anlaşmazlık Çözüm Paneli’ne sahiptir (Balaam ve Dillman, 2018). DTÖ’nün 1999 yılında gerçekleştirdiği Doha Kalkınma Turu’nda uluslararası ticaret yapısında gelişmiş ülkelere göre daha az avantaja sahip olan gelişmekte olan ülkelerin sistem içerisinde daha fazla dikkate alınacağına kararı verilmiştir. Ayrıca bu turda ticaret görüşmelerinin yanı sıra gelişmekte olan ülkelere “tek paket” halinde sunulan kalkınma politikalarına -Washington Uzlaşısı- eleştiriler yükselmiştir. Genel olarak Washington Uzlaşısı, uluslararası finans kurumları (başta Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası) ve ABD Hazine Bakanlığı tarafından gelişmekte olan ülkelerin kalkınmasına destek amaçlı oluşturulan bir dizi ekonomi politikaları anlamına gelmektedir (Williamson, 2005). Gelişmekte olan ülkelerin eleştirileri, Ha-Joon Chang’ın da dikkat çektiği gibi neo-liberal reformların vaat ettiği şeyi yani iktisadi büyümeyi sağlayamamış olmalarından kaynaklanmıştır (Chang, 2002). Kuzey ve Güney arasındaki eşitsizliğe karşı gelişmekte olan ülkelerin direnişi Dünya Ticaret Örgütü’nün gelişmekte olan ülkelerin ticarette daha etkin ve başarılı olabilecekleri politikalar belirlemelerine neden olmuştur.
Rekabet liberal uluslararası ticaret politikalarının sürdürülmesi açısından büyük öneme haizdir. Artan üretimle birlikte küreselleşmenin daha da olgunlaştığı yüzyılımızda rekabet ticaret savaşlarına dönüşmektedir. Küreselleşme ile birlikte artık herkes ayrıcalıksız olarak bilgiye ulaşmakta ve üretim Batı’dan Doğu’ya kaymaktadır. Herkesin her şeyi üretebileceği bir döneme evrilen dünyamızda sorun “kimin ürettiğini kim satın alacak/tüketecek?” noktasında ortaya çıkmaktadır. Uluslararası ticarette yaşanan çatışmalara örnek olarak ABD-Çin verilebilir. Bugün dünyada birçok ülke ticarette korumacılık politikalarını benimsemiş durumdadır. Neo-liberal politikalarla sürdürülen küresel ekonomik sistemde devletlerin neden korumacı önlemler almaya eğildiklerini anlamak için Merkantilist yaklaşımı incelemek gerekmektedir.
Merkantilizm
Uluslararası ekonomi politiğin en eski yaklaşımı olarak nitelendirilen klasik-merkantilizm, devletlerin toplum içerisindeki belirli grupları korurken kendilerinin refahlarını ve güçlerini artırma hedefleri çerçevesinde ihracatı artırma ve ithalatı sınırlandırma, böylece ticaret fazlası yaratma çabalarını ifade etmektedir (Balaam ve Dillman, 2018). Realist bakış açısına benzer bir şekilde “devlet” ve “güç” merkezli yaklaşımlarda bulunan merkantilizm esas olarak devletlere başka uluslarca yöneltilen ekonomik tehditlere odaklanmıştır. Günümüzde ise neo-merkantilizm, yoğun karşılıklı bağımlılık ve küreselleşme ile öne çıkan, devletlerin toplumlarını korumak için geniş bir yelpazede değişik araçlar – özellikle de ekonomik olanlar- kullandıkları daha karmaşık bir dünyayı açıklamaya çalışmaktadır (Balaam ve Dillman, 2018).
19. yüzyılın merkantilist temsilcilerinden Alexander Hamilton ve Friedrich List diğer uluslarla yapılacak olan ticaret faaliyetlerinde koruma önlemleri alınması gerektiğini öne sürmüşlerdir. Örneğin Hamilton, Amerika Birleşik Devletleri’nin yerel endüstrilerinin, özellikle de bebek endüstrilerinin geliştirilmesi için devlet tarafından desteklenmeleri gerektiğini öne sürmüştür. Friedrich List ise ithalat ve ihracata uygulanan liberal politikaların devletler arasında eşitsizliğe sebep olduğunu savunmuştur. Çünkü o dönemde yüksek teknoloji ve daha az maliyetle üretilen İngiliz menşeli ürünlerle diğer ülkeler eşit derecede avantaj sağlayamamaktaydı. List’e göre “kozmopolit” bir dünyada devletler eşit şartlarda birbirleriyle rekabet etmediği sürece serbest ticaret olmayacaktı (Balaam ve Dillman, 2018). Ayrıca List de Hamilton gibi bebek endüstrilerin korunması gerektiğine dikkat çekmiştir. Böylece yirminci yüzyılın başlarında ekonomik refaha kavuşmak isteyen birçok devlet kendi endüstrilerini geliştirmek ve büyütmek için gümrük tarifelerini yükseltmiştir.
Bu dönemde liberal ekonomik politikaların mucidi olmasa da en büyük savunuculuğunu yapan ABD’nin de benzer politikalar benimsediği görülmüştür. Aslında buna şaşırmamak gerekir. On dokuzuncu yüzyıl boyunca, ABD korumacı politikaların en sağlam kalesi olmakla kalmayıp aynı zamanda entelektüel vatanıydı (Chang, 2002). On sekizinci yüzyılın merkantilistlerinden günümüz korumacılarına, ticaret korumacılığını savunanlar toplum yararına olacak ekonomik faydalardan daha çok belirli siyasi, ekonomik ve diğer amaçları elde etmeyi arzulamaktadırlar (Gilpin, 2001). Ekonomik milliyetçiler ticaret korumacılığını devleti ve devlet idaresini tesis etmekte bir araç olarak görmektedirler. Örneğin, ticari fazlalık ulusal güvenlik için faydalı görülmektedir (Gilpin, 2001). Çünkü devlet buradan elde ettiği geliri askeri yatırımlara harcayabilir.
Serbest ticarete getirilen merkantilist eleştiriler farklı gelişmişlik düzeyindeki ülkelerin perspektifinden incelenebilir. Az gelişmiş ülkelerin temsilcileri serbest ticaretin en çok gelişmiş ülkelere fayda sağladığını ve az gelişmiş ülkeleri gelişmiş ülkelere bağımlı kılmaya yarayan bir emperyalizm çeşidi olarak görürler (Gilpin,2001). Gelişmekte olan ülkelerde korumacı ticaret politikalarının taraftarları ise devletin kalkınmasında serbest piyasaların değil devletin rol alması gerektiğini savunurlar. Endüstrileşmiş ülkelerde de serbest ticarete karşı çıkanlar bulunmaktadır. Bu kişiler özellikle küreselleşmenin olumsuz etkilerinden doğan kötü çalışma şartları ve çevreye zarar verilmesi gibi sorunları öne çıkarmaktadırlar. Onlara göre serbest ticaret ve küreselleşmenin diğer biçimleri işleri, ücretleri ve yurtiçi toplumsal refahı tehdit etmektedir (Gilpin, 2001).
Ticaretin önündeki engelleri kaldırmayı hedefleyen ekonomik liberal politikaların etkisi 1973 Petrol krizinden sonra zayıflamıştır. Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC) tarafından petrole getirilen yüksek zam özellikle petrole bağımlı ülkeleri tekrar korumacılık politikaları uygulamaya zorlamıştır. Fakat o dönemde devletler küreselleşmenin de etkisiyle birçok hususta birbirlerine karşılıklı bağımlı hale gelmişlerdir. Korumacı önlemlerle yalnızlaştırıcı politikalar benimsemeleri artık çok daha zor olmuştur. Neo-merkantilizm ise işte bu noktada imdada koşmuştur. 1973 krizinden sonra ortaya çıkan neo-merkantilizm, ülkelerin uluslararası rekabet karşısındaki kırılganlıklarını azaltan, fakat aynı zamanda onların GATT çerçevesindeki serbest ticaret taahhütlerine zarar vermeyen ustaca ve zekice oluşturulmuş politikaları ifade etmektedir (Balaam ve Dillman, 2018).
1929 Büyük Buhran’dan sonra benimsenen Keynesyen politikalar petrol krizi sonrasında sorgulanmaya başlansa da devletin ekonomi ve ticaretteki rolünün arttığı görülmektedir. Kriz sonrası dönemde birçok ülkede kamu harcamaları ve devletin sermaye üzerindeki denetim yetkisi artırılmıştır. Ayrıca, devletlerin bizzat kendileri şirketler kurmuşlar ve endüstrilerinin gelişmesi için ar-ge çalışmalarını sübvanse etmişlerdir. İhracat teşvikleri, ithalat kotaları ve tarife dışı engeller yine bu dönemde uygulanan ticaret politikaları olmuştur.Neo-merkantilist politikaları başarılı bir şekilde uygulayan ve sonrasında “ekonomik mucize” olarak nitelendirilen Japonya, bu başarısını stratejik ticaret politikaları sayesinde elde ettiği bilinmektedir. Stratejik ticaret politikası, belirli endüstrilerde ihracatı özendirerek ya da ithalatı sınırlandırarak ekonomik performansı geliştirmeye yönelik olarak uygulanan politikaları ifade eder. Tanımda geçen belirli endüstrilerle kastedilen, genellikle yüksek teknolojiye dayalı ve her bir çalışan başına katma değerin yüksek olduğu endüstrilerdir (Krugman ve Obstfeld, 2000).
Demir Leydi lakabıyla bilinen Thatcher ve Reagan yönetimleri, 1980’li ve 1990’lı yıllarda neo-liberal fikirlerin popülerliğinin artmasında etkili olmuşlardır. Küreselleşme ile birlikte karşılıklı bağımlılığın artması ve Gayri Safi Milli Hasıla içindeki dış ticaret kaleminin sürekli büyümesi devletlerin ticaret politikalarını daha hassas bir çizgide belirleme zorunluluğuna sebep olmuştur. İngiltere’de Thatcherite iktisat anlayışı ile belirlenen neo-liberal politikalar, devletin ekonomideki rolünü sınırlayan ve özel sektörün rolünü artıran bir politikalar dizisini ifade etmektedir. Reagan yönetiminin neo-liberal politika anlayışı ise Soğuk Savaş’ın güvenlik kaygısı içerisinde SSCB’ye karşı Amerikan çıkarlarını koruyacak şekilde geliştirilmiştir. Sovyet komünizmine karşı durmaları kaydıyla az gelişmiş ülkeleri Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’nun ekonomik liberal politikalarını izlemeye teşvik eden Reagan Doktrini, SSCB’ye karşı alınan güvenlik önlemlerinden sadece biri olarak değerlendirilmektedir. Uruguay Turu 1985 yılında başladığında Reagan, neo-liberal politikalarla merkantilist politikaları bir araya getirmiştir. 1980’li ve 1990’lı yıllarda ABD, Avrupa ülkeleri ve Japonya arasında meydana gelen gerginliklerin sebebi Japonya’nın sürekli olarak ticaret fazlası veriyor olmasıydı. 1990’ların başında ise devletler arasındaki siyasi ve ekonomik rekabetin derecesi şiddetlenmiş, küreselleşen dünyanın birbirine bağımlı ulusların kırılganlık dereceleri de aynı oranda artmıştır.
1999 yılında başlayan Doha Kalkınma Turu’nda gelişmekte olan ülkeler Uruguay Turu’nda vaad ettiği sözleri tutmadığı gerekçesiyle Dünya Ticaret Örgütü’nü eleştirmiştir. Dünya Ticaret Örgütü düzenlemelerinin sorunlara cevap verememe problemi, devletleri ikili ve bölgesel ticaret anlaşmaları yapmaya teşvik etmiştir. Hem merkantilist hem de liberal anlayışı savunanlar tarafından desteklenen bölgesel ticaret blokları özellikle yakın coğraflarda yer alan devletlerin çatışan çıkarlarını uzlaştırma imkanı sunması açısından büyük öneme haizdir. En fazla bilinen bölgesel ticaret blokları Avrupa Birliği (AB) ve Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’dır (NAFTA). Başka örnekleri arasında Orta Amerika Serbest Ticaret Örgütü (CAFTA), Güney Amerika Ortak Pazarı (MERCOSUR), Güneydoğu Asya Devletleri Örgütü (ASEAN), Batı Afrika Ekonomik Topluluğu (ECWAS) ve Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) bulunmaktadır (Balaam ve Dillman, 2018).
Günümüzde neo-merkantilist ticaret politikaları farklı araçlarla gerçekleştirilmektedir. Yabancı yatırımlar her ne kadar birçok ülkenin peşinde koştuğu ve ulusların ekonomik çıkarlarına hizmet edecek yatırımlar olarak değerlendirilsede, devletler ulusal güvenliklerini tehdit edeceğini düşündüğü yabancı yatırımlara müsaade etmeyebilirler. Diğer taraftan devletler stratejik kaynak politikalarıyla güç ve güvenliklerini artırabilceklerine inanmaktadırlar. Petrol ile diğer stratejik kaynaklar ülkelerin kendi kapitalistlerini geliştirdiği gibi, diğer ülkelerin de kendilerine olan bağımlılığı artırdığından pozitif bir şey olarak değerlendirilir (Balaam ve Dillman, 2018). Bu yüzden özellikle gelişmiş ülkeler stratejik kaynaklara ulaşma konusunda birbirleriyle kıyasıya mücadele ederler. Birbirlerine bağımlı hale gelen devletlerin, daha fazla güç elde etme arzu ve girişimler uluslararası çatışmalara sebebiyet vermektedir. Bugün Çin ve Amerika arasında tezahür eden ticaret savaşı her iki tarafın korumacı ekonomik önlemler almasının bir sonucudur. 2015 ile 2019 yılları arasında ABD ve Çin’in ihracat değerleri sırasıyla %3 ve %4 , ithalat değerleri ise %4 ve %7 oranında artmıştır. Aynı yıl aralığında tüm dünyada ihracat ve ithalat değerleri %5 oranında bir artış göstermiştir (International Trade Center, 2019). Kaydedilen büyüme rakamlarına rağmen yükselen ticari gerginlikler ve küresel ekonomik belirsizlikler son yıllarda uluslararası ticaret büyümesinin yavaş artmasına sebep olmaktadır.
Yapısalcılık
Uluslararası ekonomi politikte yapısalcı bakış açısı Karl Marks’ın düşüncelerinden etkilenmiştir. Fakat günümüzde yapısalcılık çok daha fazlasını ifade etmektedir. Yapısalcı yaklaşımın temsilcileri Marks’ın kurguladığı sosyalist ve komünist dünya hayalini kurmamaktadırlar. “Yapısalcılıkta” geçen yapı kavramı küresel kapitalist sistemi ifade etmektedir ve bu yapı toplumdaki yönlendirici güç olan temeldeki sistem ya da düzen vazifesi görmektedir (Balaam ve Dillman, 2018). Karl Marks’tan yapısalcılara aktarılan bazı fikirler; sınıf tanımı, sınıf çatışması ve işçilerin sömürülmesi, kapitalistlerin devlet üzerindeki kontrolü ve ideolojik manipülasyon olarak sıralanabilir. Sermaye sahibi olma ya da olmama durumu toplumu sınıflara böler. Marks’a göre sermaye burjuvazinin elinde bulunmaktadır. Sermayeye sahip olamayanlar ise proletarya sınıfıdır ve burjuvalar tarafından sömürülmektedirler. Burjuvazi, toplumsal üretim araçlarının sahibi olan ve ücretli emekçi çalıştıran modern kapitalist sınıf iken; proletarya, hiçbir üretim aracına sahip olamadıkları için ancak işgüçlerini satarak yaşayabilen emekçiler sınıfını temsil eder (Engels, 1888). Marks devleti, sermaye sahibi küçük elit grupların çıkarlarını gözeten ve uyguladığı politikalarla kapitalistlerin kazançlarını artırmaya yardımcı olan bir kurum olarak görür.
Tıpkı merkantilistlerde olduğu gibi yapısalcılar da uluslararası sistem içerisinde devleti başat aktör olarak görürler. Böylece devletler antlaşmalar yapabilir, sömürgeler oluşturabilir ya da ticari sözleşmeler imzalayabilirler. Nitekim devlet en basit tanımıyla güç kullanma tekelini elinde bulunduran tek egemendir. Yapısalcı yaklaşım ile merkantilist yaklaşım arasındaki en büyük ayrımı ise devletin gücünü kullanmasının ardındaki dürtü ortaya çıkarır. Sovyet Rusya’nın kurucusu Lenin’in uluslararası kapitalizm için öne sürdüğü emperyalizm teorisi yapısalcı analizlerin anlaşılması için büyük bir öneme haizdir. Emperyalizm: Kapitalizmin En İleri Aşaması kitabında (1917) Lenin, merkezdeki gelişmiş kapitalist devletlerin, dünyanın “geri kalmış” sömürge ülkelerini nasıl kontrol ettiklerini ve sömürdüklerini ve bazı sınıfları geliştirip bazılarını fakirliğe batmış halde bırakarak bu ülkelerin nasıl eşit olmayan şekilde kalkınmalarına neden olduklarını açıklamıştır (Balaam ve Dillman, 2018). Bu tespiti ile Lenin kapitalist dünyanın fakir ülkeleri nasıl yeni proletarya haline getirdiklerini açıklamaya çalışmıştır. Nitekim az gelişmiş ülkeler hammadde, maden, ucuz iş gücü bakımdan faydalanılmış ya da gelişmiş ülkelerin ürettiği nihai ürünün ihracatı için pazar olarak kullanmışlardır.
Yapısalcılığın ortaya koyduğu teorilerden bir diğeri ise bağımlılık teorisidir. Merkez devletlerin çevre devletlere dayattıkları sınırlamalara dikkat çeken bu teori merkez ve çevre devletler arasındaki ilişkileri ele almaktadır. Teoriye göre küresel ekonomi politiğin yapısı, Güney’in az gelişmiş ülkelerini, Kuzey’in merkez, zengin ülkelerinin etkisine açık hale getirerek köleleştirmektedir (Balaam ve Dillman, 2018). Immanuel Wallerstein, Dünya Sistemi analizi ile devletler arasındaki kaynak dağılımı ve iş bölümüne dikkat çekerek merkez, çevre ve yarı-çevre tanımlamaları yapmıştır. Devletler arasında bu tür bir hiyerarşinin kurulmasında eşitsiz değişim/mübadelenin önemli bir etkisi vardır (Balta, 2014). Wallerstein, çevre devletlerde bulunan hammediyi ucuza elde etmek isteyen merkez devletlerin çevre üzerinde bir nüfuz kurduklarını iddia etmektedir. Ayrıca çevre ve yarı-çevre devletler merkez devletlerin sömürdüğü ve kendi çıkarlarına göre şekillendirdiği devletlerdir. Wallerstein’a göre yarı-çevre ülkeler kapitalist dünya sistemi için temel emek gücü kaynağıdır ve merkez ülkelerdeki iş ücret artışlarını baskılamak için kullanılırlar- bu yönleriyle sadece ekonomik değil siyasi bir rol oynamaktadırlar (Balta, 2014).
1973 yılında artan petrol fiyatıyla birlikte ortaya çıkan Petrol Krizi’nden en çok Güney ekonomileri etkilenmiştir. Üçüncü Dünya ülkelerinin dış borçları 1980’de 481 milyar dolar, 1982’de 552 milyar dolar, 1985’de 711 milyar dolar düzeylerinde kaydedilmiştir (Beaud, 2016). Yapısalcılara göre IMF, Dünya Bankası ve GATT gibi kurumlar Amerika’nın güvenlik çıkarlarını gözeterek hareket etmektedir. Soğuk Savaş sonrası Amerika ve diğer gelişmiş devletler çevre ülkeleri üzerinde hakimiyet kurmaya ve kendilerine bağımlı kılmayı devam ettirmek için IMF, DTÖ ve Dünya Bankası’nın da temel prensipleri haline gelecek olan yeni bir ekonomik reform paketini kabul etmişlerdir. Gelişmekte olan ülkelere Washington Uzlaşısı olarak dayatılan bu neo-liberal paket birçok yapısalcı düşünür tarafından ABD’nin sömürmeye ilişkin planının yalnızca bir kısmını oluşturmaktadır. Küreselleşme ise Amerika ve diğer güçlü devletlerin çıkarlarını koruyan, tamamlayan bir süreçtir. Dünya Ticaret Örgütü’nün ilk genel direktörü Renato Ruggiero’ya göre bu yeni dünya düzeni sayesinde “yirmi birinci yüzyıldan itibaren yoksulluğun ortadan kaldırılması, birkaç yıl önce bir ütopya iken bugün artık gerçek bir olasılık” haline gelmiştir (Ruggiero, 1998). Fakat Ruggiero açıkça yanılmıştır. Yapılan son araştırmalara göre bugün Dünya servetinin yüzde 60’ı 2 bin 153 kişinin elindedir (Oxfam, 2020). Ulusötesi şirketlerin (TNC) üretim konusunda birbiriyle kıyasıya rekabet ettiği dönemde, dünya üzerinde birçok işçi kötü şartlar altında çalışmaktadır. Hepimizin günlük hayatta kullandığı ünlü gıda ya da giyim markaları için sweatshop larda çok düşük ücretle çalışan kadın ve çocuklar sömürünün boyutlarını bizlere apaçık göstermektedirler.
Sonuç
Uluslararası ekonomi politikte uluslararası ticaret ve çatışmalara farklı açılardan yaklaşan liberalizm, merkantilizm ve yapısalcı anlayışlar küresel ekonomik sistem içerisinde devletlerin nasıl hareket etmeleri ve hangi doğrultuda politika belirlemeleri gerektiğini farklı motivasyon ve amaçlar çerçevesinde bizlere sunmaktadır. Yaşadığımız dünyayı anlayabilmek için devletler ve toplumlar arasında muazzam derecede etkileşime sebep olan ve olumlu ya da olumsuz sonuçlar doğuran uluslararası ticareti anlamak elzem niteliktedir. Savaş ve çatışmaların sebebi ise bellidir: sınırlı bir mavi kürede sınırsız imkanlara sahip olma güdüsü ya da hırsı. Ticaret bu imkanları sağlamak için oldukça önemli ve işe yarar bir faaliyettir. Bu yüzden dönemin siyasi, sosyal ya da kültürel yapısından etkilenmesi ya da etkilemesi tabiidir.